24 Ekim 2020

1118

    Kendimi çok güzel kaptırmış ve uzun uzun yazmıştım ki, mutlulukla klavye üzerinde uçuşan parmaklarım bir tuşa basıp yazdığım her şeyi sildiği gibi, tam da sildikten sonra tek bir harf kalmış halini kaydetti :O(. Hal böyle olunca da ne yaparsam yapayım yazdıklarımı geri getiremedim, hep o tek harfe döndüm. Kahretsin! Baştan yazmak tabi ki mümkün ama ilki gibi olmayacak sanki. Neyse, hiç saçma silme şeysini becermemişim gibi yapıp sil baştan alıyorum...

       Blog dünyasında bir klişedir "Beni nerelerden okuyorlar?" yazısı yazmak. Bir arkeolog olarak klişeleri değil ama klasikleri sevdiğimden ben de yapacağım tabi ki bunu, kurtuluşunuz yok. Yazmaya başlamadan hemen önce yaptığım incelemelere göre Fildişi Sahili ve Japonya, Çekya, Hollanda, Fransa, Portekiz, Amerika, Almanya ve pek doğaldır ki Türkiye'den okuyucularım mevcut. Hepsine, mutfak camı çok güzel bir ağaca bakan bir evden selamlar gönderiyorum. Eskilerden gelip takip edenlere, beni uzun zamandır tanıyanlara, belki de bir şekilde buluşup görüştüklerimize de sevgilerimi iletiyorum. 

       Evimi seviyorum. Çok muhteşem, lüks, büyük ya da tasarımcılarca dekore edilmiş bir ev değil. Aslında oldukça sıradan. Odaların hepsi kare şeklindeki hole açıldığı için çok küçük olmasa bile kutu gibi bir ev izlenimi veriyor. Eşyalarımız yirmi sene evlilikten sonra artık çok çok eskidiği için büyük kısmını değiştirmek zorunda kaldık. Toplanma ve taşınma esnasında gereksiz bir sürü şeyi biriktirdiğimi gördüğümden ayırdığım/verdiğim - attığım çok şey oldu. Sadeleştirmeye de çalıştım yaşam tarzımızı. Çalışan bir kadın olarak enerjiden ve zamandan tasarruf etmeye çok ihtiyacım vardı. Bunun en iyi yolunun da eşya - kıyafet yığıntılarından kurtulmak olduğunu düşündüm. Zaten sadeliği seven bir insan olduğum için evdeki fazlalıklardan da arınmak bana iyi geldi. Eski evimizin bir şekilde bana yaramayan bir enerjisi vardı. Orada, ev ile ilgilenmek pek istemiyordum, evi çok sevmiyordum, temizlik zül geliyordu, eşyalar kırık dökük olsa bile değiştirme ihtiyacı duymuyordum. Evin benim açımdan en güzel ve tek iyi yönü, annemlere çok yakın olmasıydı. Gece yarısı bile olsa, gerekirse belki pijamanın üzerine bir mont alarak, acil bir durumda herhangi bir araca, beni götürecek birine ihtiyaç duymadan, koşsam üç dakikada gidebileceğim,  gereken her an yanlarında olabileceğim bir mesafedeydi. Belli bir yaşta ve rutin hastalıklara sahip oldukları için istediğim anda onlara ulaşabilmek benim için önemliydi. Bunun dışında bizim için önemli bir diğer kolaylığı evin önünde park yeri olması ve sadece iki basamakla eve girilebiliyor olmasaydı. Bu iki kriterimizi sağlayacak başka bir ev bulmak zor olacağından orada oturduğumuz dokuz sene içinde neredeyse her altı ayda bir, taşınsak mı, diye konuşsak da her seferinde bir süre daha idare etmeye karar veriyorduk. Eski evimiz eski bir binaydı ve hiç bir şekilde baş edemediğim bir küf sorunu vardı. En sonunda bu beni yıldırdı. Küf kokusundan, her yere sinmesinden, belki bizi bile çürütüyor olmasından bıktım ve yeni bir ev arama sürecimize başladık. Burada da kiralık evle başlayıp, satılığa giden uzun bir sürecimiz oldu. Yoruldum, sıkıldım, umudumu kaybettim, aylarca yarı toplanmış bir evde işi ve gündelik yaşantımızı idare ettim. Kocamla kaç kere çeşitli sebeplerden karşı karşıya geldik. Ev aramaktan, eşyadan, koliden, eşya toplamaktan, yeni eşya bakmaktan bile nefret eder hale geldim/geldik ama sonuçta şu anki evimizi bulup yerleşmemiz bütün bu zor günleri unutturdu. Belki de biraz bu yüzden burayı daha bir sevdim, daha çok ısındım. Muhteşem olmasa da bana en uygun, en pratik, en istediğim gibi eve kavuşmuş oldum :O).

    Yine görüşmek üzere...

Hiç yorum yok: