18 Mart 2016

28

Son dört senedir kış döneminde cumartesi, pazartesi izin yapıp pazarları çalışıyorum ben. İş yerim de tam çarşının ortasında. Hafta içi çok kalabalık olsa da pazar günü etraf da sakin oluyor, işler de. Böylece günlük koşuşturmada kafamı toplayamadığım ya da çok bölündüğü için yapamadığım işleri pazar günleri çok daha kısa sürede ve daha hatasız, bölünmeden bitirebildiğimden seviyorum pazar çalışmayı. Neyse, geçen hafta akşama doğru hemen arka taraftaki simitçiye gittim. Öğle zamanını sandviçle geçiştirince çayın yanına atıştıracak bir şeyler istemişti canım. Simidin parasını öderken, tam dükkanın önünde bağırışmaya başladı üç beş kişi, kavga ediyorlardı. Bir şeylere kızmışlardır bağırırlar sonra da çekip giderler diye düşündüğümden önemsemedim. Çıktım, büroya dönerken yumruklaşmaya başladıklarını gördüm ve olay büyümeden polisi arayım en azından bir görünsünler derken fark ettim ki hemen bir simit alıp döneceğimden yanıma telefonumu almamışım. Dükkana döneyim de oradan arayım diye düşündüm. Geri döndüğümde baktım ki kavga büyüyor belki etraftan da müdahale edenler olduğundan üç beş kişi, olmuş, on - on beş kişi, içeri giremeyeceğimi anlayınca, çarşının içi olduğundan köşeyi döneyim diğer bir mağazadan arayım derken tam ben köşeye geldiğimde, kavga edenlerden biri çorabından tabancasını çıkardı ve ateş etmeye başladı. Adamla aramızda sadece park etmiş bir araba vardı. Çok korktum. Çok çok korktum. Adam ilk eğilip pantalonunun paçasını kaldırmaya başladığında şimdi bir bıçak çıkaracak kavga ettiği herkesi doğrayacak diye düşünüp korkmuşken tabancayı görünce şimdi kurşun bana gelecek diye korktum. Böyle bir durumda ben hep donup kalacağımı düşünürdüm ama gördüm ki öyle olmuyormuş, farkına bile varmadan arabanın yanına sinmiş olduğumu anladım.  Etraftan yapma diye bağırdıklarını hatırlıyorum. Ben gerisin geri dönüp büroya koşmaya başlamıştım. Yolda birine rastladım, telefonum yanımda yok, kavga ediyorlar polisi arayalım dedim. Adam arayan olmuştur nasılsa dedi ve geçti gitti. O öyle yapınca ben daha da hızlı koşmaya başladım. Olayın olduğu yer bizim büronun arkası olunca tabanca sesini bizim arkadaşlar da duymuş ve benim koştuğumu görünce bana bir şey oldu zannetmişler. Yukarıdan aşağıya deli gibi inmişler onlar da. Kapıda karşılaştık. Özellikle polisi arayabilmek için - ve tabi ki kaçıp uzaklaşmak için - koştuğumu söyleyince rahatladılar. Son hızla iki kat merdiveni çıktım ve direkt 155'i aradım. Adresi verdim, ateş ettiklerini söyledim. Aslına bakarsanız ben sadece tek el ateş edildiğini zannediyordum ama arkadaşların söylediğine göre üç el ateş etmiş adam. Neyse, on beş yirmi dakika sonra polis arabaları siren çala çala geldiler ama artık bir daha inip de ne oldu diye bakmadım.

İşte böyle ölümle burun buruna gelip psikolojim bozulmuşken hafiften, bir iki saat sonra  Ankara patlamasıyla ilgili haberler gelmeye başlayınca daha da çok etkilendim. Ölenlerin hepsine ama en en çok 15 - 16 yaşındaki liseli çocuklarla, 19 -20 yaşındaki pırlanta gibi üniversiteli gençlere üzüldüm. Kaç gündür bunları hep yazmak istiyordum ama yazabilecek kadar iyi hissetmedim kendimi. Uykum kaçtı sürekli. Düşündüm. Üzüldüm.  Kahroldum. Hem evlerine dönerken, sınav stresini atarken ölüp gidenlere üzüldüm hem manyak bir adamın güpe gündüz çarşının tam ortasında çorabından çekip çıkardığı tabancayla belki de kendimin de çoktan ölüp gitmiş olabileceğini düşündüm. Nasıl ki o ölenler bilmiyorsa, kendilerini kimin öldürdüğünü, neden öldürdüğünü ben de hiç bir zaman bilemeyecektim kavga edenlerin kim olduğunu, neden kavga ettiklerini, o adamın neden çorabında tabancayla gezdiğini. Bu satırları şu an yazabiliyorsam tesadüfen o an orada bulunduğum halde tesadüfen o atılan üç kurşunun bana gelmemesi yüzündendir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder